Son olarak gündeme gelen yeni maneviyat tasviri, bir Müslüman olarak bizim zihnimizde yer alan maneviyat tasvirinden çok farklıdır. Bizim telakkimizde maneviyatın din ile sıkı sıkıya bir irtibatı vardır. Bir dinin maneviyatı, bir takım öğretiler mecmuasına göre amel etmekle hâsıl olur. Bunlar, maddî âlem ötesindeki hakikatlerden söz eden öğreti ve ilimlerdir. Bu hakikatler esasınca, yaratılış düzeninde insanın özel bir konumu vardır ve bu özel konumu korumak için hususî amelleri gerektiren özel bir yolu izlemesi gerekmektedir. Başka bir ifadeyle; dinsel maneviyat, insanın madde âleminden daha yukarıdaki bir ufukta yer alan hakikatlere yönelik elde ettiği hislerdir. Bu da özel bir çerçeve ve denklem içinde mümkündür. Aklın kısıtlılığı göz önüne alındığında; insanın varoluşsal boyutlarını tanımada, onun gerçek ve otantik ihtiyaçlarını derk etmede, neticede yöntem seçimi ve yolun nasıl kat edileceğinde ve insan fıtratının kendisine eğilimli olduğu şeye ulaşmada aklî bilgilere dayanılamaz. Aksine idrak ve kapsama alanı akıldan daha üstün bir kılavuza ihtiyaç duyulur ve o da güvenilir elçiler aracılığıyla beşer toplumuna gelen ve insanları hak yola yönlendiren vahiydir. Yüce Allah, biri diğeri ardınca elçileri yollayarak, dinini kâmil kılmıştır. İnsan da muhtelif dinlerin hükümlerinde inceleme yaparak ve dikkat göstererek onlardan ilahî dergâh tarafından kabul gören en kâmil ve iyisini bulmalı ve onunla amel etmeli ve de saadete erişmek için bu yol aracılığıyla manevî ve ruhsal ihtiyaçlarına gerçek yanıtlar vermelidir.
Cevabın açıklığa kavuşması için ilk önce maneviyatı tanımlayacak ve sonra da yeni maneviyatın özelliklerini beyan ederek dinsel maneviyat ile dinsel olmayan maneviyat arasındaki farkı aydınlatacağız. Maneviyat (Spirituality) Latin dilinde nefes almak anlamında olup hayatın nefes almasına işaret eder. Bu, maneviyat ile kalbimizi genişletmemiz ve azamet, kutsallık ve şükretme tecrübesini kendimizde geliştirmemiz, yaşamın hüznünü hissetmemiz, kendi coşku ve mutluluğumuzu tanımamız ve bizden üstün olan bir hakikate kendimizi teslim etmemizdir.[1] Bu maneviyat tasviri ile bir Müslüman olarak bizim zihnimizdeki maneviyat tasviri arasında çok farkın olduğu görülmektedir. Bizim telakkimizde maneviyatın din ile sıkı sıkıya bir irtibatı vardır. Din, maddî âlem ötesindeki hakikatlerden söz eden öğreti ve ilimler mecmuasıdır. Bu hakikatler esasınca, yaratılış düzeninde insanın özel bir konumu vardır ve bu özel konumu korumak için hususî amelleri gerektiren özel bir yolu izlemesi gerekmektedir. O halde insanın bir takım işleri yapması ve bir takım işleri de terk etmesi gerekmektedir. Yeni maneviyat, dinsel maneviyat ile arasındaki farkı tamamıyla açık kılan bir takım özelliklere sahiptir:
1- Din çerçevesinde “maneviyat”, zihnî, hayal ürünü ve maddî gerçeklere yönelik insanî dopdolu duyguların hâsılı bir husus değildir. Aksine var olan ve evrene etki eden madde ötesi bir ufukta yer alan hakikatlere yönelik insanın taşıdığı duygulardır. Ama yeni maneviyatta ise, hiçbir surette “hakikat” konusu gündeme gelmez. Her konuya yönelik her çeşit duygusal bir tecrübe veya şiddetli bir heyecan maneviyat sayılabilir. Önemli olan sizin heyecanlanmanız, coşma ve aşkınlık hissetmeniz yahut deyim yerindeyse yücelme hissiyle dolmanızdır. Böylece bir müzik parçası, âşıkane bir şiir ve hatta bir ibadet töreninin azameti sizi manevî bir atmosferde uçturabilir.
2- Yeni maneviyatta “görev”den bir eser yoktur. Zirve noktasına ulaşmayı size armağan edecek her türlü tecrübeye şevkle gidebilirsiniz. Ama dinsel maneviyatta ise manevî tecrübe, fakat özel bir çerçeve ve düzen dâhilinde mümkündür. Esasen bazı manevî tecrübeler, fakat diğer birçok tecrübeden vazgeçmeniz durumunda hâsıl olur. Bir günah tecrübesi, kesinlikle namazdaki huzurun manevî hoş hissini lekeleyecektir.[2] Bizim idealimiz olan ve dinin kendisinde temel rol üstlendiği şey, yeni maneviyat değil dinsel maneviyattır ve delillerle yeni maneviyatın insanın ruhsal ihtiyaçlarını gideremeyeceği belirtilecektir. Elbette bizim dinsel maneviyattan kastımız, İslam dininin maneviyatıdır. Biz kendisinde akılcılık, maneviyat ve adaletin birleştiği bir dinden söz ediyoruz. Ama bizim akılcılığımız batının ateist rasyonalizminden farklıdır. Bizim akılcılığımız vahyin egemenliği altında ve yanındadır. Bizim adaletimiz ilahî şeraitimiz ile birleşmiştir ve şeriatı zedelemez. Bizdeki insan hakları ve hümanizm materyalizm ve ateizme değil tevhide dayalı bir insan hakları ve hümanizmdir. İslam maneviyatı, ne aynî hayatla hiçbir ilişkisi olmayan Buda maneviyatı türündendir ve ne de Amerikan maneviyat ve mistisizmi türünden LCD ve marihuana ile meşguliyet gibi sağlanan marjinal ve hobisel bir husustur. Öte taraftan maneviyat insanın kendinde hissettiği bir ihtiyaca yanıttır. Antropolojiye ve insanın gerçek ve otantik ihtiyaçlarına değinip yeni maneviyatın insanın bu gerçek ihtiyaçlarını karşılayabileceğini yahut karşılayamayacağını sormamız gereken yer işte burasıdır. İnsan dinin yardımı olmaksızın ve sadece aklıyla kendi ihtiyaçlarına vakıf olabilir mi ve onlar için bir program hazırlayabilir mi? İslam’ın bakışında maddî dünyadaki yaratılış gayesi mukaddes olan insan; ruhanî ve cismanî boyutlardan müteşekkil iki boyutlu bir varlıktır. Bu değerli varlık yaratılma ve beka açısından zatı itibariyle zengin olan Yüce Allah’a bağlıdır. Yani insan için yeryüzündeki hayat programı olan ilahî şeriat sisteminde, insan derece ve mertebeleri olan bir hüviyete sahiptir. Bu gerçekliğin bir mertebesi toprak ürünü beden ve insanî şekle tekabül eden onun maddi mertebesidir. Ama insan hüviyetinin derecelerini şekillendiren engin mertebe ve yüce hakikatler maddî beden örtüsü arkasında yer alır ve ondan “ben” olarak söz edilir. Bu, düşünen nefis ve gaybî ruhtur. Vahiy ve akıl gözüyle, bu insanî “ben” onun gerçek hüviyetini şekillendirir. Bunun tekâmül aracı da insanın beden ve dış dünyayla kurduğu irtibatlardır. İnsanda vuku bulan tüm algı ve hareketlenmeler “ben” sayesindedir ve beden, insan hüviyetinin yükselme ve tekâmül etme araç ve aleti hükmündedir. Kur’an, ruhun hakikatini emir ve evrenin melekûtundan olan emirsel bir gerçek bilmekte ve bu insanî “ben” hakkında şöyle buyurmaktadır: “Sana ruhtan soruyorlar, de ki: Ruh Rabbimin emrindendir.”[3] Bu emir nedir? Kur’an şöyle buyuruyor: “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri o şeye ancak “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.”[4] Yani Allah’ın emri, kendinde tedriç olmayan, zamana ihtiyaç duymayan ve zaman üstü gerçek bir varlıktır; Allah irade ettiği zaman gecikmez, O’nun iradesiyle onun varlığı hemen tahakkuk eder. O; maddî varlık ve tabii gerçeklik türünden değildir, melekût türünden ve ezeli ve ebedi bir varlıktır. Bu nedenle insan gibi yaratıkları ve onun ihtiyaçlarını tanıma noktasında yaratıcının buyruklarına dikkat edilmelidir. Aksi takdirde, antropoloji süreci sapma ve dalalete duçar olur ve ihtiyaçların ve bu ihtiyaçları yanıtlama yöntem ve araçlarının öğrenilmesi de sorunlu hale gelir. Böyleyken akıl birden çok olmayan hak dinden[5] yardım almaksızın insanın manevî ihtiyaçları için program yapabilir mi ve yasalar sunabilir mi? Bu sorunun yanıtında şöyle söylemek gerekir: İslam dini, insanın bazı ihtiyaçlarını temin etmeyi akıl ve tecrübeye bırakmıştır.[6] Ama yerinde ispatlandığı üzere[7] belirtilen tanım esasınca, evvela insan gerçek ve hakikî ihtiyaçlarının tümünü keşfetme ve de asıl ve ferî ihtiyaçlarını ayırma noktasında yeterli değildir ve bu hususta dine muhtaçtır.[8] İkinci olarak, insan elindeki mevcut araçlar onun ihtiyaçlarını karşılamaktan acizdir. Dolayısıyla din varlık sahnesine ayak basmalıdır.[9] Dinî ve ilahî öğretiler; hakikati, insanın konumunu ve onun maslahat ve menfaatlerini bilen insan yaratıcı bir kanunlar manzumesini insanın ihtiyaçlarını gidermek ve hak, menfaat ve maslahatlarını temin etmek için tedvin etmiş ve din adıyla bir bütün halinde sunmuştur. Yani yapılması gereken ve yapılmaması gerekenlerden müteşekkil dinin büyük kısmı, ihtiyaçların temini ve insan haklarının korunması içindir. Yapılması gerekenler, hakların ve temel ihtiyaçların giderilme yollarıdır. Yapılmaması gerekenler de hakların teminindeki engel ve afetlerin göstergesidir.[10] Bu yapılması gereken ve yapılmaması gerekenler yoluyla ancak gerçek maneviyata ulaşmak ve insanın manevî ihtiyaçlarını karşılamak mümkündür. Bir şahıs İmam Muhammed Bakır’dan (a.s) neden içki, leş, kan ve domuz eti gibi şeyler haram kılınmıştır, diye sorar. İmam da şöyle buyurur: Helal ve haram, yapılması gereken ve yapılmaması gereken Allah’ın helallere eğilimli olması ve haramlardan da nefret etmesi esasınca değildir. Yüce Allah insanı yaratmıştır ve onun beden ve maslahatı için neyin faydalı olduğunu bilmektedir. Dolayısıyla onları helal kılmıştır. Neyin de onun zararına olduğunu bilmektedir ve bu yüzden onları da haram kılmıştır.[11] O halde dindeki yapılması gereken ve yapılmaması gerekenler (ödevler), üçüncü bir şahsın menfaat ve bir kar elde etmesi için insanların sırtına konulmuş artı bir yük değildir. Aksine insanın hakka ulaşması ve hak yol üzerindeki mevcut engelleri bertaraf etmesi içindir.[12] Elbette bu, aklın ilahî kanun ve ödevleri anlamada bir rolünün olmadığı anlamında değildir; yapılması gereken ve yapılmaması gerekenler (ilahî ödevler) akıl ile karşılaştırıldığında üç kısma ayrılır:
1- Din mevcut olmaksızın akıl tarafından kabul gören ve dinin teyit ettiği ve kendisine dinî bir renk ve ahenk verilen ödevler. Din mevcut olmaksızın aklın doğruluk ve adaletin gerekliliğini kabul etmesi gibi.
2- Yaratıcının varlığının zorunluluğu yahut yaratıcının adaletinin gerekliliği ve dinsel hususlardaki tümel önermeler gibi aklın irdeleme ve analiz etme gücüne sahip olduğu ödevler. Akıl kapsamında bulunan ve insanın anlamaya güç yetirebildiği ödevler mecmuasının idrak edilip irdelenmesi ve analize tabi tutulmasının uzmanlık ve yeterli bilgiye ihtiyaç duyduğuna ve yeterli bilgi ve uzmanlık olmaması durumunda insan çabasının neticesiz kalacağına dikkat etmek gerekir. Ama akıl üstü meselelerde hatta idrak merhalesinde dahi akıl kendi üstünde bir güce muhtaçtır.
3- Dinin ferî hususları (hac veya namazın muhtelif hükümleri) gibi akıl üstü olan ödevler.
Belirtilenlerden anlaşıldığı üzere yeni maneviyat, gerçek antropolojik temeller üzerine inşa edilmemiştir ve insanın ruhsal ihtiyaçlarını yanıtlamak için uygun bir yöntem değildir. Bu da akıl cihazının yeterli bir gücü ve neticede insanın saadete ermesi için kapsamlı ve kuşatıcı bir plan ve programının olmaması ve insan varlığının tüm boyutlarını kapsayan, saadet ve bedbahtlığa neden olan yolları belirten ve ister berzahta olsun ve ister ahrette olsun ölüm sonrası menzilleri müşahede edebilen bir cihaza muhtaç olması yüzündendir. Bundan ötürü Yüce Allah (madde ve melekût âlemindeki tüm varlıkları ve eserlerini kapsayan) vahiy sistemi ve ilahî peygamberliği aklın yardımına göndermiştir. Öyleyse insan din hükümlerine dikkat ederek yahut din uzmanlarına müracaat ederek kendi vazifesini öğrenmelidir. Nitekim Kur’an da uzman ve bilenlerden soru sorulmasını tavsiye etmektedir.[13]
Daha fazla bilgi için aşağıdaki kitaplara müracaat ediniz:
1- Heart of İslam, Dr. Hüseyin Nasr
Farsça tercümesi (Kalb-ı İslam), mütercim: Şehrayinî
2- Aftab ve Sayeha, Muhammed Taki, Faalî (İslamî Özgür Üniversite Tahran Bilimler ve Araştırmalar Birimi İslamî İlimler Bölüm Başkanı ve Öğretim Üyesi).
3- Hak ve Teklif, Cevadî Amulî, Abdullah.
4- Fıtrat Der Kur’an, Cevadî Amulî, Abdullah.
[1] Psychology Today, Sep, 1999 – spirituality Author: David N. Elkins.
[2] Bkn: Sayt-ı Mecme-i Teşhis-ı Maslahat-ı Nizam, be nakl az makale-i Dr. David N. Elkins, Revanşinasi Balini ve üstad-ı danışgah, derbare-ı “maneviyat” der mecelle-ı “revanşinasi emruz” be çap reside est.
[3] İsrâ, 85.
[4] Yasin, 82.
[5] Bkn: İndeks: Dinsel Plüralizm ve Dinin Değişik Okunuşları, 118. Soru (site: 1738).
[6] Bkn: Hüsrov Penah, Abdülhüseyin, Gostere-i Şeriat, s. 74-76.
[7] Bkn: 1. İndeks: Akıl ve Onun Faaliyet Alanı, sayı. 227 (site: 1866); 2. İndeks: İslam ve Akılcılık, 50. Soru (site: 286); 3. İndeks: Ahlakta Dinsel Kaynakların Rolü, 562. Soru (site: 615).
[8] Bu konunun ayrıntılarını; Hüsrov Penah, Abdülhüseyin, İntizar-ı Beşer Ez Din, s. 120-124’ten takip ediniz.
[9] Nasr, Muhammed, Şivehay-ı Tebyin-ı İntizar Ez Din, Mecelle-i Nakd ve Nazar, sayı. 6.
[10] Bkn: Tabatabaî, Muhammed Hüseyin, Tefsirü’l-Mizan, c. 2, s. 149.
[11] Vesailu’ş-Şia, c. 24, s. 100; İlelü’ş-Şerai’, c. 2, s. 483.
[12] Cevadî Amulî, Abdullah, Hak ve Teklif, s. 38.
[13] “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun”, Nahl, 43.