Please Wait
6069
Kanun eksenli her toplumda ve her kanun koyucunun görüşünde asıl kanunların uzantısında bir takım kanunların bulunması kesin bir husustur. Asıl kanunlardan sonraki merhalede yer alan kanunlar, kanundan kötü yararlanmanın caiz oluşu manasına gelmez. Namaz, oruç ve hac gibi yükümlülükleri her şahsın kendi hayatı döneminde ve yaşarken yapması gerekir. İnsan yaşadığı müddetçe (zorunluluk durumları hariç) bu yükümlülükler bir başkasına yüklenemez ve bu amellerin terk edilmesi durumunda insan azaba müstahak olur. Bu dünyada zorluklara tahammül ederek kendi amel ve vazifelerini yerine getiren bir şahıs, asla kendi hayatı döneminde hiçbir bahane taşımaksızın vazifelerini yerine getirmeyen ve sadece ölümünden sonra bazı görevleri başkası tarafından telafi edilen bir şahıs ile eşit olmaz. Orucun kefareti hakkında da şöyle söylemek gerekir: Açları ve yoksulları doyurmak, sadece insanın itaatsizliğinin kefaretidir ve oruç tutmak aynı şekilde bu şahsın boynunda bir borç olarak kalır. İnsan öldükten sonra eğer kaza edilmiş oruç ve namazlarının yerine getirilmesi için bir miktar para ödeniyorsa, bu sadece bu ibadetsel amellerin bir kısım maslahatlarını yerine getirmek içindir, tüm maslahatlar için değil. Bundan dolayı insanın ne kadar parası olursa olsun kendi oruç ve namazını satın alamaz ve bu ikisinden müstağni olamaz.
İnsanlar kanunları yerine getirmede üç kısma ayrılır:
1. Bazı insanlar tabii bir halde yer alır, asıl kanunu yerini getirme gücü taşır ve bunu yapmak için hareket eder. Böyle bireyler genellikle toplumun büyük kesimini oluşturur ve esasen kanun her toplumun bu büyük kesimi için oluşturulur. İslam’ın ilahi kanunları ve toplumdaki kanunlar bu düzlemde oluşturulmuştur. Örneğin kılavuzluk ve şoförlük kuralları toplumun trafik meselesini kolaylaştırmak için bu büyük çoğunluğu oluşturan kesim için planlanmış ve yasalaştırılmıştır.
2. Bazıları, kanuna yönelik tabii bir hal içinde olmaz ve bir takım durumlardan dolayı asıl kanuna riayet etmezler. Genellikle kanun koyucu bu bireyler için asıl kanundan sonraki merhalede yer alan bir takım kanunları öngörmüştür. Örneğin kırmızı ışıkta geçmemek genel bir kanundur, ama özel durumlarda itfaiye araçları ve ambulanslar için bu kanuna riayet etmek lazım değildir. İslam kanunları da diğer kanunlar gibi bir takım istisnalar taşır. Bu istisnalar, kanuna inatçılık ve isyan yüzünden uymayanları kapsamaz. Yüce Allah oruç tutmayı emretmiştir, o halde oruç tutmak Müslüman’ca bir yaşamın kanunlarından biridir. Ama kesinlikle bir grup da belirli nedenlerden ötürü (hastalık, yolculuk ve bedensel ağır güçsüzlük) bu kanunla amel edemez. İslam kanunları bu bireyleri oruç tutmaktan muaf tutmuş ve kendileri için telafi kanunları öngörmüştür. Örneğin ramazan ayında yolculukta olan kimseler için orucu kaza etmek ve sonradan yerine getirmek bu tür kanunlardandır. Veya yolculuk esnasında namazları tabii halinden çıkan ve seferi hal alan insanlar da bu kabildendir. Veyahut belirli bir yaşta ekonomik olarak güç elde eden ama yaşlılık veya tedavisi mümkün olmayan bir hastalık nedeniyle hac farzını yerine getiremeyenler (yani bedensel güç taşımayanlar) kendileri için naip tutabilirler. Her iki kanun şıkkına göre amel etmek yani ister amelin kendisini yapmak veya onu bir şekilde telafi etmek, Allah’ın buyruklarına göre emel etmek sayıldığından mümin ve görevini bilen bir insan için bu açıdan eşit sayılır.
3. Bazıları da tabii bir halde bulunur ve normal şartlarda yer alır ve de herhangi bir zorunluluk ve bahane taşımazlar, ama kanuna yönelik isyan hali içinde bulunur ve kanunu yerine getirmemekte ısrar ederler. Genellikle kanun koyucu böyle bireyler için bir takım telafi eksenli kanunlar öngörmüştür. Ama bu kanunlar ikinci grup için yasalaştırılmış kanunlar türünden değildir; kanun koyucu bunlar için cezalandırıcı yöne sahip kanunları yasalaştırır. Bu tür kanunların bazı özellikleri şunlardır:
A. Şahsa daha fazla bir yükümlülük yükler.
B. Yükümlü yapmakla yükümlü olduğu fiilin tüm olumlu etkilerinden faydalanmaz.
Bunun beşeri kanunlarda birçok örneği mevcuttur. Eğer bir şahıs doğal şartlarda kırmızı ışıkta geçerse, kendisi için cezalandırıcı ağır kanunlar göz önünde bulundurulmuştur. İslam kanunlarında da (kefaretin) böyle bir yeri vardır.[1] Eğer bir şahıs tabii şartlar içinde yer alır ve kendi vazifesini yapmazsa, kanun onun için örnek hasebince fark eden bir takım cezalar öngörür. Örneğin bir şahıs namazını bilerek kılmazsa, bir günaha mürtekip olmakla birlikte[2] onun kazasını yerine getirmekle yükümlü olur. Eğer bir şahıs Ramazan ayı orucunu bilerek tutmazsa günah işlemekle birlikte, oruç tutmadığı her gün için bir köle özgürleştirmesi veya iki ay oruç tutması veyahut altmış yoksulu veya her bir yoksula bir miktar gıda malzemesi yani buğday veya arpa cinsinden şeyler vermesi gerekir ve tutmadığı orucu da kaza etmesi gerekir.[3] Böyle bir şahıs, kesinlikle Allah’a itaat etmek ve onun kulluğunu yerinde getirmek için kendi görevlerini yerine getiren bir insan gibi değildir. Rab karşısında cüret ve cesaret göstermek ve onun buyrukları mukabilinde baş eğmemek bu tür şahısların büyük bir sorunudur. Tıpkı beşeri kanunların olduğu bir yerde kırmızı ışıkta geçen bir şahsın cezalandırılması ve bu cezalandırmadan dolayı başka bir cezaya uğramaması ama halk ve kanun nezdinde yasaları çiğneyen bir insan olarak addedilmesi gibi. Bir şahsın bilerek terk ettiği namaz ve oruç gibi ibadetleri kendisinin ölümünden sonra yerine getirmek de bu kabildendir. Ölümünden sonra bir şahsın amellerini yerine getirdiklerini veya bir şahsa para vererek onun niyetine bunları yaptırdıklarını varsayalım, ölen şahıs namaz gibi amellerdeki mevcut tüm olumlu eser ve maslahatları elde edecek midir? Onun durumu, hayattayken bu amelleri kulluk niyetiyle yapan bir şahsın durumu gibi olur mu? Her ne kadar ölen şahıs bu amellerin bir başkası tarafından yapılmasıyla söz konusu amellerin bazı eserlerine ulaşsa da bu beşeri kanunlardaki aykırı hareket ettikten sonra bunu yapan şahıs için göz önünde bulundurulan cezalara benzer. Bu, asla amellerin alınıp satıldığı manasına gelmez. Bu cezaların başka bir takım maslahatları elde etmek için olduğu apaçıktır.
Netice:
A. Yukarıdaki sınıflandırmaya binaen, normal ve doğal şartlarda bulunan insanlar eğer kendi vazifelerini yerine getirmekten yüz çevirirlerse, bu merhalede asla Allah’ın buyruklarını iyice yapan insanların derecesinde bulunmazlar.
B. Namaz, oruç ve hac gibi yükümlülükleri her şahıs kendi hayat döneminde ve yaşarken yapmalıdır ve insan yaşadığı müddet boyunca bu yükümlülükler (hac konusu hakkında belirtilen zorunluluklar dışında)[4] bir başkasına intikal etmez. Bilerek bu amelleri terk etmek, insanın birçok cezaya müstahak olmasına yol açar. O halde yükümlünün hayatı döneminde amelleri satın alması diye bir şey söz konusu olamaz.
C. Oruç gibi bazı ameller eğer bilerek terk edilirse, amelin kendisinin iade edilmesine ek olarak kefareti de verilmelidir. Açları ve yoksulları doyurmak, salt insanın itaatsizliğinin kefaretidir ve orucu tutmak aynı şekilde onun boynunda bir borç olarak kalır. Bundan dolayı ne kadar parası olursa olsun insan oruç veya namazını satın alamaz.
D. Şahsın ölümünden sonra naiplikle onun adına birtakım amellerin yerine getirilmesi hakkında birkaç noktayı göz önünde bulundurmak gerekir: Birincisi, böyle bir şahıs kendi hayatı döneminde bu amelleri Allah’a itaat etmek için yapan bir şahıs gibi olmaz.[5] İkincisi, böyle bir şahsın yapılmamış amellerinin bir naip tarafından yapılması (ölümünden sonra yapılması) durumunda kendisi söz konusu amellerin tüm müspet eser ve maslahatlarına ulaşmaz. Üçüncüsü, bu telafi, beşeri kanunlardaki aykırı hareket etme sonrası suçlu için belirlenen cezalara tekabül eder ve asla amellerin alınıp satılması manasına gelmez.
Bundan dolayı kanun eksenli her toplumda ve her kanun koyucunun görüşünde asıl kanunların uzantısında bir takım kanunların bulunması kesin bir husustur. Bu tür kanunların varlığı, kanundan kötü yararlanmanın caiz oluşu manasına gelmez. İstemeksizin ve bir takım şartlar nedeniyle kendi yükümlülüklerini yerine getiremeyen şahıslar her tür kanun açısından mazeretli sayılırlar. O halde eğer bir şahıs herhangi geçerli bir bahaneyle belirli bir müddet oruç tutma başarısını gösteremez, vefat eder ve orucu kazaya kalırsa, yerine getirilmemiş bu yükümlülüğü yerine getirmek için bir miktar para vermeyle telafi edilmesi, onun ibadetlerinin satın alınması anlamına gelmez. Müslüman bir şahsın öldükten sonra kaza namazlarının kılınması da bu kabildendir. Ama insan bu amelleri bilerek terk etmişse, bu amellerin başkaları tarafından şahıs hayattayken başkaları tarafından yerine getirilmesi caiz değildir ve onun ölümünden sonra bunu telafi ederlerse de bu onun bu amelleri bilerek terk etmesinin bağışlandığı manasına gelmez. Her halükarda insan öldükten sonra eğer kendisinin kaza oruç ve namazlarını yerine getirmek için bir miktar para veriliyorsa, bu sadece bu amellerin bazı olumlu eserlerini elde etmek içindir, tümünü değil. Bundan dolayı insanın ne kadar parası olursa olsun oruç ve namazlarını satın alması ve bu ikisinden müstağni olması mümkün değildir.
[1] سميت الكَفَّاراتُ كفَّاراتٍ لأَنها تُكَفِّرُ الذنوبَ أَي تسترها (Kefarete kefaret denmesi onun günahları örtmesi ve telafi etmesi sebebiyledir) Lisanu’l Arap, c: 5, s: 148.
[2] Kâfi, c: 2, s: 267, بَابُ مَنْ حَافَظَ عَلَى صَلَاتِهِ أَوْ ضَيَّعَهَا.
[3] Tevzihü’l-Mesail (el-Mahşi lil-İmami’l-Humeyni), c. 2, s. 928.
[4] Levami’i Sahipgarani, c: 8, s: 82: انّ امير المؤمنين صلوات اللَّه عليه امر شيخا كبيرا لم يحجّ قطّ و لم يطق الحجّ لكبره ان يجهّز رجلا يحجّ عنه).
[5]Yüce Allah Hadid suresinin 10. ayetinde zorluk anında infak edenler ile rahatlık ve ferahlık anında infak edenlerin arasındaki fark hakkında şöyle buyuruyor: “Size ne oluyor da, Allah yolunda harcama yapmıyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. İçinizden, fetihten (Mekke fethinden) önce harcayanlar ve savaşanlar, (diğerleri ile) bir değildir. Onların derecesi, sonradan harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah, hepsine de en güzel olanı (cenneti) va’detmiştir. Allah, bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”