Please Wait
10135
Şia ve Mutezile’den ibaret her iki okul da adaleti kendi mezhep usullerinden biri olarak ilan etmekte ve her ikisi de aklî iyi ve çirkine inanmaktadır; yani bir takım konular hakkında hatta mukaddes şeriat tarafından bir hüküm belirtilmemişse dahi, insan aklı yalnız başına onların iyi veya kötü olduğunu anlayabilmektedir. Zulüm de insan aklının çirkinliğini idrak ettiği bu konulardan biri sayılmaktadır. Bu nedenle, Yüce Allah böyle bir kötülüğe mürtekip olamaz ve O, fiillerinde gerekli olduğu üzere adalete riayet edecektir. Bu iki mezhebin farkı şudur: Mutezile açısından eğer insanın tüm fiilleri Allah’a isnat edilirse, O’nun ödüllendirmesi ve cezalandırması adalete aykırı olacaktır. Mutezile bu çıkmazdan çıkmak için fiilsel tevhidi inkâr etmiştir. Şia ise, fiilsel tevhidi geçersiz kılmaksızın ve insan davranışını tamamıyla bağımsız bilmeksizin, insan fiilinin Allah’ın fiilinin enleminde olmayıp boylamında olduğunu açıklayarak Allah’ın adaletine inanmaktan el çekmeksizin bu çıkmazdan çıkmıştır.
Adalet konusunda Mutezile ve Şia arasındaki fark şu noktadan kaynaklanmaktadır: Her iki grup da adaleti kendi mezheplerinin bir usulü olarak tanıtmalarına karşın, Mutezile adaleti ispat etmek için, fiilsel tevhidi tartışmaya açmıştır. Fiilsel tevhidin anlamı, ister hayır olsun ve ister şer olsun tüm işlerin failinin Allah olduğu ve O’ndan başka bir failin olmadığı ve esasen Allah istemeyene dek hiçbir hadisenin meydana gelmeyeceğidir.[1] O halde sevap ile ceza ve cennet ile cehennem nasıl adalet ile uyuşacaktır? Bu esasla sevap ve cezayı adalet ile uyumlu bir şekilde değerlendirebilmek için fiilsel tevhit kabul edilmemeli ve her şahsın fiili Allah’a değil, kendine isnat edilmelidir. Ama Şia, fiilsel tevhidin insan istek ve iradesiyle çelişmediğine ve insan iradesinin Allah’ın iradesinin uzantısında olabileceğine inanmaktadır. Elbette Allah’ın iradesi olmaksızın insan kendi iradesini gerçekleştirmeyi başaramaz. Ama Allah’ın kendi engin gücü doğrultusunda ve buna paralel olmaksızın insana sınırlı bir seçim hakkı vermeyi irade ettiğine ve bu esasla onları ödüllendireceğine ve cezalandıracağına inanılabilir. Bu hususta daha fazla bilgi edinmek için, bu konuda yazılmış bir makalenin bir bölümüne dikkatinizi çekiyoruz:
Mutezile İnancında Adaletin Yeri
Mutezile, bazı işlerin gerçekte adalet ve bazı işlerin de zulüm sayıldığına inanmaktadır. Örneğin, Allah’ın hayırsever fertleri ödüllendirmesi ve günahkâr şahısları da cezalandırması gerçekte adalet ile eşittir ve Allah’ın bunun aksine davranması muhaldir. Çünkü Yüce Allah adildir ve asla zulüm işlemez ve de Allah’ın zulümde bulunması çirkindir. Bu grup aklî ve zatî iyi ve kötüyü kabul etmiştir. Nitekim Üstat Mutahhari bu hususta şöyle yazmaktadır: “Onlar, eşyanın iyi ve çirkinlik esasının insan davranışlarının ölçü ve mikyası olduğu gibi, rububi fiillerin de ölçü ve mikyası olabileceğine inanmaktadır… Onlar adaletin zatî olarak iyi ve zulmün de zatî olarak kötü olduğunu, sonsuz akıl olan ve tüm akılların bahşedicisi olan Allah’ın aklın iyi gördüğü bir şeyi asla terk etmeyeceğini ve aklın çirkin gördüğü bir şeyi de yapmayacağını söylemektedir.”[2] Mutezile, insan aklının eşyanın iyi ve kötü olduğunu teşhis etmede bağımsız olduğuna ve şeriatın açıklamasına bakmaksızın doğruluk, emanet, iffet ve takva gibi bazı hususların zatî olarak iyi olduğunu ve yalan, ihanet ve fuhuş gibi bazı işlerin de zatî olarak çirkin olduğunu teşhis edebileceğine inanmaktadır. Bu nedenle, Allah bir hüküm vermeden önce eşyalar zatlarında zatî iyilik veya çirkinliğe sahip olmaktadır. Bu mesele başka konuları peşinden getirmekte ve onların bazıları ilahiyat ve bazıları da insanla ilişkisi olan yaratılışın bir hedef ve gayesi var mıdır şeklindedir. Belirtmek gerekir ki; Mutezile adalet taraftarı olması nedeniyle, fiillerde tevhidi inkâr etmekte ve fiilsel tevhidin insanın kendi fiillerini yaratmaması ve Allah’ın onun fillerini yaratması anlamına geldiğine ve de bu görüşün ilahi adalete aykırı olduğuna inanmaktadır Hakeza onlar insan özgürlük ve ihtiyarını inkâr eden Eşaire’ye muhaliftir. Bu esasla, Mutezile düşüncesinde adaletin yerinin ne olduğu ve onların tıpkı Şii âlimleri gibi neden adaleti iman ve inanç usullerinden saydıkları ve beş usullerinin ikincisi olarak karar kıldıkları anlaşılabilir. Mutezile, kendince fiilsel tevhidi adalete ve Eşaire de zannınca adaleti fiilsel tevhide feda etmektedir; ama gerçekte ne Mutezile adaleti doğru bir şekilde açıklayabilmiş ve ne de Eşaire fiilsel tevhidin derinliklerine varabilmiştir. Bu açıdan, Mutezile ile Eşaire arasındaki temel fark tevhit ve adalet meselesi hakkındadır.
İmamiye’nin Bakışında Adalet
Şii âlimleri Kur’an, Peygamberin (s.a.a) hadisleri ve onun Ehli Beytinin (a.s) sözlerinden ilham alarak adalet meselesini Şia’nın beş inanç usulünün ikincisi olarak kabul etmiş ve fiillerin iyi ve çirkinliğinin aklî ve zatî olduğuna inanmıştır. Başka bir ifadeyle, fillerin bir kısmı, zatî olarak iyi ve güzel ve bir kısmı da çirkin ve kötüdür. İnsan aklı şeriat sahibinin hükmüne bakmaksızın bağımsız olarak bazı fillerin iyi ve kötü olduğunu idrak edebilir. Tıpkı aklın adaletin iyi ve zulmün kötü olduğuna hükmetmesi gibi. Bu yüzden, Yüce Allah sadece iyi ve güzel işleri emretmekte ve sadece kötü ve çirkin işlerden sakındırmaktadır. Şerî hükümler de gerçek ve zatî maslahat ve fesatlar esasıncadır ve bunlar onların bağlı oldukları hususlarda mevcuttur. Bu esas uyarınca, gerçekte kötülük barındıran her şeyi şeriat sahibi yasaklar; çünkü O, kötü ve çirkin bir işlemez. Bundan dolayı Allah adildir. Şehid Mutahhari bu hususta şöyle yazmaktadır: “Allah feyiz ve rahmetini ve aynı şekilde bela ve nimetini zatî önceki istihkaklara göre verir ve yaratılış düzeninde ilahi feyiz, rahmet, bela, ödül ve ceza açısından özel bir nizam mevcuttur.” Her ne kadar Mutezile ve Şia okulları birçok inançsal meselede hemfikir olsa ve bu yüzden Eşaire karşısında “adliye” olarak adlandırılsalar da, bu iki ekol arasında bir takım farklılıklar mevcuttur. Örneğin, Şia okulunda, adalet esası fiilsel veya zatî tevhide bir zarar verilmeksizin kuşatıcı bir tarzda kabul edilmiştir. Bu şekilde adalet tevhidin yanında yer almıştır. Bu okulda adaletin esas oluşu, aklın saygınlığı, insan şahsiyetinin özgür ve seçici olduğu ve evrenin hikmete dayalı düzeni zatî veya fiilî tevhide bir halel getirilmeksizin ispat edilmiştir. İlahi mülkte bir ortak olarak lanse edilmeden ve ilahi irade insan iradesine mağlup edilmeden insan iradesi onaylanmıştır. İnsanın ilahi kaza ve kader karşısında mecbur olduğu neticesi alınmaksızın varlıkta baştan sona kadar ilahi kaza ve kader kanıtlanmıştır.” Ama Mutezile adaleti fiilsel tevhitte değil, sıfatlardaki tevhitte ileri sürmektedir; zira onlar fiilsel tevhidi adalete aykırı bilmektedir. Mutezile’nin sıfatsal tevhidi, zatın her sıfattan yoksun olmasıdır. Onlar sıfatların zat ile aynı oluşunu ispat edemediler. Oysaki Şia’nın sıfatsal tevhidinde sıfatlar zat ile aynıdır. Aynı şekilde Şia’nın fiilsel tevhidi Eşaire’nin fiilsel tevhidiyle farklıdır. Eşaire’nin fiilsel tevhidinin manası, hiçbir varlığın hiçbir etkiye sahip olmaması ve onların tümünün bir şekilde direkt olarak Allah tarafından olmasıdır. Bundan dolayı, kulların fiillerinin direkt yaratıcısı Allah’tır ve kul kendi amelinin yaratıcısı değildir. Şia’nın fiilsel tevhidi ise, sebepler ve sonuçlar düzeninin geçerli olduğu, her sonucun kendi sebebiyle kaim olmakla birlikte Allah ile de kaim olması ve bu ikisinin birbirinin paralelinde olmayıp boylamında yer aldığı anlamındadır. Bu yüzden Şia’nın bakışında tevhit, ilahi adalet esasıyla uyuşup zatî, ibadetler, sıfatlar ve filler tevhidini kapsar. Bundan dolayı İmamiye Şia’sının âlimleri semavî vahiyden ilham almayla, akıl ve İslamî öğretileri üzerinde düşünme gücünü taşımayla ve de dua ve özellikle İmam Ali’nin (a.s) mucizevî hutbeleri gibi kanıtsal rivayetlere sahip olmayla, İslam düşüncesinde derin aklî konuları dile getiren ilk kimseler sıfatıyla, İslam birliğini koruyarak İslam’ın sınırları ve kesin inançlarını (küfür dünyasının İslam dünyası aleyhine ürettiği yeni ve güncel birçok şüphe karşısında) âlimane bir şekilde kanıtsallaştırabilmiş ve pekiştirebilmişlerdir. Bu nedenle birçok İslam filozofu, Şia idi ve Şia’nın İslamî felsefesini sürdürebilmiştir. Nitekim Ehli Sünnet tarihçileri, Şia aklının kadim dönemlerden beri felsefî bir akıl olduğunu, yani Şia düşüncesinin geçmişte kanıtsal ve aklî olduğunu itiraf etmiştir. Bu nedenle Şia âlimleri, temiz imamların (a.s) öğretileri ve buyruklarıyla, ilahi gelenek ve vahiy mektebinin eğitmenlerinin ilahi yaşamında ilahi adaletin yerini kavrayabilmiş ve insanlara ispat edebilmiştir. Bu sebeple, Şia mektebinde adaletin mümtaz bir yeri vardır; zira vahiy mektebinin eğitmeni Muhammed Mustafa’nın (s.a.a) ve onun vefatından sonra Şiilerin ilk imamı olan Ali b. Ebi Talib (a.s) adalet ve eşitliğin sembolleri ve de hak ve insafın kâmil âşıklardırlar. Eğer adalet zihnî mefhumundan sıyrılıp aynileşir ve tecessümleşirse, İlkönce Muhammed (s.a.a) ve sonra da Ali (a.s) olur. Bu iki kâmil insanlık örneğinin zatı da manevî ve zihnî olarak irdelenecek olursa, adalet ortaya çıkacaktır; zira bu ikisi ilahi sünnet olup tüm varlıklarından adalet fışkırmaktadır. Nitekim Yüce Allah, Peygamberin (a.s) yaşam tarzı hakkında şöyle buyurmaktadır: «لَقَدْ کانَ لَکُمْ فِى رَسُولِ اللهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ...» Allah onun yaşam tarzını övmekle kalmamış, insanlara onun tarzını takip etmenin zorunlu olduğunu hatırlatmış ve tüm zamanlardaki insanlar için kâmil bir örnek olarak o yüce şahsiyetten bahsetmiştir.[3]