Please Wait
7279
Şia fıkhının ilkeleri esasınca toplumun idaresi ilk planda masum liderlerin sorumluluğundadır ve ikinci planda masumun genel ya da özel iznine sahip olan ve toplumu idare etme liyakati olan kimselerin sorumluluğundadır.
Her halükarda çeşitli bölgelerin idari işleri için masum kendi temsilcilerinin emirlerine tabi olunmasını belirliyor ve doğal olarak var olan örfi sistem esasına göre bu temsilcilere bir takım yetki ve sorumluklar yüklüyordu. Genel bir bakış açısıyla merkezi hükümetin meşruiyetinin, o temsilcilere de sirayet etmesi lazımdı. Ne var ki bu mesele, böyle şahısların eli altındakilere hiçbir şekilde eleştiri veya itiraz hakkına sahip olmadığı hatta onların ihtiyarları sınırının dışındaki emirleri de icra etmekle yükümlü oldukları anlamında değildir. İslami bakış açısına göre böyle idareciler de kendi meşru idareciliklerini uygulamayı kendi şahsi ve bir gurubun menfaatlerini elde etme zemini yapmamalıdırlar.
Gerçekte sizin sorunuz iki kısma ayrılır:
1. İslami sistemde ikinci derecede yer alan müdürlerin emri altındakilere velayet hakkı var mıdır? Asıl itibariyle bunların ihtiyar ve yetki sınırları nereye kadardır?
2. İslami sistemde idari birimin müdürü tarafından çıkan her emrin şeriat hükümleri karşısında değeri var mıdır? Bu emre muhalefet etmek dini bir günah sayılır mı?
Bildiğiniz gibi ve sizin de sorunuzda işaret edildiği gibi velayeti fakih sistemi, Peygamberin (s.a.a) ve imamların (a.s) hükümet sistemi doğrultusundadır ve bu esasa göre bu yüce şahsiyetlerin idare sistemini araştırdığımızda bizim zamanımızdaki idarecilerin amel etme güçlerinin ölçüsü de rahatlıkla anlaşılacaktır.
Bu sebeple ilk etapta masumların (a.s) zamanındaki orta dereceli idarecilerin durumunu değerlendirip elde ettiğimiz sonuçla, sunulan konuların genelinden sorunuzun her iki bölümünün de cevabını vermeye çalışacağız. Aynı şekilde İslam İnkılâbının kurucusunun bu alandaki yol göstericiliğiyle sözümüzü sonuçlandıracağız.
İlk olarak İmam Ali’nin (a.s) sözüyle cevabımızı süsleyelim. İmam idareciler ve halk arasındaki başka bir ifadeyle müdürlerle onların eli altındakilerin karşılıklı bağ ve irtibatını şöyle açıklıyor:
“Herkesin riayet etmekle sorumlu olduğu haklardan: İdarecilerin eli altındaki kimselere ve bu kimselerinde idareciler üstündeki haklardır. Allah-u Teâlâ her iki gurubun da bu haklara uymasını farz unvanıyla dikkate almıştır. Yalnızca bu haklara dakik olarak riayet etmekle her iki tarafın muhabbetinden kaynaklanan düzene ve hak sünnetlerin kalıcılığına ümit edilebilir.
İdareciler doğru yolda adım atmadığı sürece hiçbir zaman onların emri altındaki kimselerden doğruluk beklenemez ve diğer taraftan idare edilenler de kendi vazifelerine güzelce amel etmezlerse, idareciler de başarıya ulaşamayacaklardır.
O halde idare edilenler, idareciler karşısındaki vazifelerine güzelce amel ederler ve idareciler de idare edilenlere karşı vazifelerini yerine getirmekte kusur etmezlerse, ikisi arasında hak sapa sağlam olacak, dini öğretilere amel edilecek, adalet hakim olacak ve sonuçta filizlenme devri gelip çatacaktır. Ama toplumun bu iki önemli gurubu, birbirleri karşısındaki sorumluluklarını yerine getirmezseler, ihtilaflar, zulüm, kuru mukaddesatçılık ve… ortaya çıkacak ve dinin istediği sistemin ortadan kalkmasıyla sonuçlanacaktır…”[1]
Bu hutbede Müminlerin Emiri’nin (a.s) sözlerini ve çeşitli bölgelere gönderdiği idarecilere ahlaki tavsiyelerini de göz önünde bulundurarak aşağıda sıralanan şu seçkin noktaları elde etmek mümkündür:
1. İmam Ali’nin (a.s) toplumsal bakış açısında camiada anarşizm hiçbir surette istenen bir şey değildir ve hatta fasit bir hükümetin varlığı ve mertebeler silsilesince hiçbir sonuç vermeyecek hercümerçten çok daha iyidir.[2] Doğal olarak bu esasa göre imanlı fertler, toplumun faydasına olacak ve şeriatın muhalifinde olmayacak idareciliğe dair her türlü kararı saygıyla karşılamalı ve hatta bu kararlar dini ölçülere inancı olmayan idareciler aracılığıyla konsa bile tabi olmalıdırlar.
2. İslami düzende, her idareci günah ve yanlıştan korunmuştur ve bu esas üzere onun vazifelerini sınırlandırmaya ihtiyaç yoktur gibi bir düşünce yanlıştır.
Müminlerin Emiri (a.s) kendi emri altındaki idareci ve müdürlere ihtiyar ve sorumluluk vermenin yanı sıra onları, bir takım sınırlara riayet etmeye de zorunlu kılar. İster bu idareci Mısır’ın idareciliği sorumluluğu verilen Malik Eşter gibi layık bir insan olsun isterse bir takım deliller gereği Azerbaycan’ın sorumluluğunda baki kalan Eş’as gibi bir münafık olsun.
3. İdarecilerle idare edilenler arasındaki karşılıklı irtibatın gerekliliği ve bu hak ve vazifelerin tek taraflı olmaması da bu hutbe de tekit edilen konulardandır. Ali (a.s) başka bir yerde Malik Eşter’e hitaben şöyle buyurur:
“Sakın ola kendi kendine halk benim emirlerime uymakla görevlidir o halde istediğimi emrederim ve onlar da kabul edecekler demeyesin! Çünkü böyle hayaller, ruhuna zarar verecek ve dinini ortadan kaldıracaktır…”[3]
Eğer Malik Eşter’e böyle tavsiye ediliyorsa başkalarının teklifi bellidir!
4. Sevgi ve din ekseninde amel edilecek şekildeki bu karşılıklı davranış güzel düzenlenirse, Müminlerin Emiri’nin (a.s) buyruğunda yer alan “Allah’ın farzlarından bir farzıdır” ibaretini dikkate alarak iki tarafın davranışını şer’i ve uhrevi sevabın sebebi bilir ve tabiri caizse bunun için meşruiyet hükmünü nazarda tutabiliriz.
Elbette dikkat edilmesi gerekir ki şer’i hükümler bazen namaz, oruç ve.. gibi mistakları belirlenen tikel (cüzi) hükümlerdir ve bu hükümlerde Yaratıcının genel hükmüne itaat etmenin yanında, itaat mistakları da ayrı bir şekilde belirlenmiştir. Bazen de bu hükümler sadece tümel (külli) surettedir ve bunların mistakının belirlenmesi, mükellefin sorumluluğundadır. Genel olarak tavsiye edilen anne ve babaya itaat örneğinde olduğu gibi[4] ki her ne kadar bu bakış açısıyla böyle itaatlerin mistakları meşru bir iş bilinse de genel hükmün açıklaması dışında bu konuların meşru dayanakları yoktur.
İslam sisteminde idarecilik sistemine itaat etmenin meşruiyeti ikinci türdendir (genel hükümler türünden).
5. İslami düzenin devamına ve adaletin yayılmasına sadece idarecilik ilkesine çift taraflı riayet edilmesi ve rızayeti de akabinde getirmesi suretinde ümit edilebilir; ister idareciler için olsun isterse idare edilenler için olsun.
6. İslami ilkeden kaynaklanan sistemde idarecilerle idare edilenler, toplumun ve birbirlerinin menfaatlerini dikkate almazlarsa sadece kendi arzularını düşünecek ve şer’i ölçülere gerçekçi olarak teveccüh etmezlerse kendi rüyalarını gerçekleştirme hedefinde olacaklardır. Her iki gurubun İslam toplumunda yaşadıklarını dikkate alarak bunların her biri şahsi isteklerini dini renge büründürmeye ve kendi uygunsuz davranışlarını meşruiyet perdesi altında saklamaya çalışacaklardır. İmam Ali (a.s) bu hutbesindeki “kuru mukaddesatçılık” ibaretini bunun için kullanmıştır.
Yukarıdaki noktaları dikkate alarak şimdi genel bir bakış açısıyla şöyle bir neticeye ulaşmak mümkündür: Masum önderlerin (a.s) başında yer aldıkları sistemlerde bile ikinci dereceden yetkili idarecilerin tamamının hatadan korundukları iddia edilmemiştir. Peygamber Ekrem’in (s.a.) ordusunda yer alan Halit b. Velit gibi fertlerin kendi başına ve kendi sorumluluklarının dışına çıkarak başkalarına zarar verdiği amele müşahede edilmiştir. Her ne kadar bu zararlar Peygamber Ekrem (s.a.a) tarafından telafi edilmiştir.[5]İmam Ali’nin (a.s) valileri arasında da Malik Eşter, Kumeyl,[6] İbni Abbas ve… gibi seçkin kimselerin varlığıyla Azerbaycan emirliğine atanan Eş’as b. Kays[7] ve Fars bölgesi emirliğine atanan Ziyat b. Ubeyye[8] gibi münafıkların varlığının hiçbir çelişir tarafı yoktur. Bu tür münafık kimselerin örfi surette ve doğal olarak yetkileri de vardı ve onlara itaat etmek, İmam Ali’ye (a.s) itaat etmek sayılıyordu. Ama açıktır ki belirli bir konu dâhilinde Ali’nin (a.s) temsilcisi olmak, onların emirlerini şer’i olarak değerlendirilmesini ve hatta onların idarecilik bölgelerinde izinleri olmaksızın su bile içilmesinin gayri meşru bilinmesini ve onlara değer biçip itibar vermemizi gerekli kılmaz. Aksine bu, onların idaresi altındaki halkın zekâsına bağlıdır ve halk bir taraftan verilen emrin, idareciye bırakılan memuriyetin doğrultusunda olduğunu belirleyip itaat etmeyi şer’i vazife unvanında telakki edebilir veya emri, idarecinin salahiyeti dışında görüp ona teveccüh etmeyebilir. Diğer taraftan idare edilen bölgede başka fertler tarafından yapılan icraatlar, merkezi hükümet tarafından atanan ferdin sorumluluklarıyla çelişmesi durumda bu faaliyetler kanuna tecavüz ve şeriatın muhalifinde mi hesap edilir?
Başka bir ifadeyle Şia’nın görüşü esasına göre İslami sistemin başında yer alan kimsenin masum olması veya özel ya da genel surette masum tarafından tanıtılması gerekir. Ne var ki İslam, sistemin var olan mertebeler silsilesinin ölçülerini, örfi surette tüm dünyada kabul edilen ölçülerden ayrı bilinemez. Örneklendirmek gerekirse, ifrati bir bakışla bir şehrin uzağında yer alan küçük bir kuruluşun müdürünün desturu amelini, apaçık şer’i bir hüküm gibi nazarda tutularak ona her türlü eleştiri ve muhalefeti din ve sistemin aslına itiraz gibi telakki edilmiş olsun.
Elbette düzene riayet konusunda dini önderler tarafından yapılan tavsiyeleri dikkate alarak, söz konusu “destur-i amel” yetkiler sınırları içinde ve toplumum maslahatı ve genel düzen esasınca olursa, bu emirler namaz ve oruç gibi Allah’a yakınlaşma amacıyla yerine getirilebilir ve sevaptan da nasip alınabilir. Daha genel bir mukayeseyle iman sahibi her insan, mukaddes şeriatla uygunluk içeren dünyevi davranışlarının tamamını dini kokuyla bezeyip kendi manevi ilerlemesinin içine alacak şekilde söz konusu amellerini düzenleyebilir. Ne var ki bu genel mevzu, orta dereceli idarecilerin kendi kararlarına dini renk çalma bahanesi olmamalıdır.
İslam Cumhuriyetinin Mimarı rahmetli İmam’ın sözleri de İslami idarecilik yönteminde Masum İmamların (a.s) eğitici tavsiyeleriyle dopdoludur. İmam Ali’nin (a.s) zikri geçen hutbesindeki noktalarla uygunluk içeren rahmetli İmam’ın sözlerinin bir bölümünü sizlerin mütalaasına sunuyor ve sizleri diğer sözlerinin geniş araştırılmasına davet ediyoruz:
İmam Humeyni (r.a) defalarca İslam hükümetinin varlığını gerekli bilmiştir ki (Müminlerin Emiri’nin (a.s) sözlerinin birinci bölümüne müracaat ediniz). İlahi siyasi vasiyetindeki tekidi buna bir örnektir. İmam siyasi vasiyetnamesinde şöyle buyurur: “Hakkın hükümeti müstazafların faydasına olup, zülüm ve sitemin önünün alınması ve adaletin ikame edilmesi içindir. Süleyman b. Davut, Yüce İslam Peygamberi ve onun değerli vasileri böyle bir hükümet için telaş ediyorlardı; bu, en büyük farzlardandır ve bunun ikamesi ibadetlerin en yücesidir.”
İmam Humeyni (r.a) idarecilik sistemi ve mertebeler sistemini de gerekli bilmiş ve şöyle beyan etmiştir:
“İkinci şifre şudur ki her ne kadar İran’ın aşağısı yukarısı yoktur… bizbizeyiz, ama sistem ve düzenin olması gerekir. Siz Allah için mertebe ve mertebeler silsilesini koruyunuz. Herkesin kendisinin oy vermesi kararlaştırılırsa ve kendi çapında amel ederse, o zaman maneviyat ve sıradan başarılar da ortadan kaybolur. Sizler biliyorsunuz; Peygamber Ekrem mescitte oturuyordu ve mescide giren kimse, oturanların hangisinin Peygamber olduğunu bilmiyordu, hal böyleyken herkes ona itaat etmekle görevliydi. Biz hepimiz kardeşiz, ama düzen olmazsa kardeşlik de karışır.”[9]
“Bir ordunun düzeni ve aşağı ve yukarısı olmazsa bunun anlamı ordu istemiyoruz demektir.”[10]
Denetleme ve emri bil maruf konusu hakkında (ikinci nokta):
“Milletin tamamı bu işleri denetlemekle görevlidir. Nezaret etmelidirler, eğer ben ayağımın birisini kenara attıysam, eğri attıysam, millet adımını eğri attın; kendini koru demekle görevlidir.”[11]
Hizmet ve karşılıklı davranış ilkesi konusunda (üçüncü nokta) şöyle buyurur:
“Halk, valinin buraya geldiğini halka hizmet ettiğini ve hizmetle meşgul olduğunu pratikte görmelidir. Halk birinin hizmetle meşgul olduğunu gördüğü zaman artık onunla kavgası yoktur. Gelip halkı kızdırdığı zaman kavga orada başlar. Her vesile ile zorla alır. Gücünü sabit kılmak için gelmiştir. Halk bir kimsenin gücünü sabit kılmak için geldiğini görünce ona muhalefet eder.”[12]
“Siz biliyorsunuz ki İslam Cumhuriyetinde makamlar geçmişte sahip olduğu anlamı kaybetmiştir. Ne cumhurbaşkanlığı, ne başbakanlık ve ne de diğer başkanlıklar hayal ettikleri gibi değildir. Kendileri bizim yüksek bir makamımız vardır ve biz hazreti eşrafız diye hayal etsinler. Böyle değildir. Onlar toplum arasında ve her yerde değerlerini hizmet etmekte görürlerse hizmetçi olacaklardır.”[13]
Düzenli davranışların meşruiyeti konusunda (dördüncü nokta) şöyle buyurur:
“Düzenin korunması şer’i ve akli farzlardan bir tanesidir ki düzen korunmalıdır. Bu anlamda bir düzen istemiyoruz ve hepimiz aynı ve bir kural olmaksızın amel edelim diyenler, Kur’an’ın muhalifinde amel ediyorlar. İslam’ın muhalifinde amel ediyorlar. Ülkelerinin muhalifinde amel ediyorlar.”[14]
Düzenin devamlılığının usule riayet etmeye bağlı olduğu hakkında (beşinci nokta) şöyle buyurur:
“Bundan sonra da biz Allah’a teveccühümüzü korursak, bu kardeşlik ve vahdeti korursak, bundan sonra da ileri gideriz; ta sonuna kadar ileri götürürüz… dua ediniz biz Allah-u Teala’dan gafil olmayalım, İslam’dan gafil olmayalım. Kendimizin ihtiyaç duyduğumuzun şeylerin peşinden gitmeyelim; bunlar gelir geçer.”
Son olarak toplumda bazı kimselerin dini hileciliğiyle alakalı olarak (altıncı nokta) devrik şahı örnek unvanında zikrederek şöyle buyurur:
“Onun İslam’la hiçbir işi yoktu, darbe vuruyordu. Zayıf ve çaresiz kaldığı zaman gidip namaz kılıyordu ve Hz. Rıza’nın haremine gidip namaz kılıyordu ve bununla tezgâh kuruyordu!”[15]
Gördüğünüz gibi toplum, mertebeler silsilesi olmaksızın hercümerçle sonuçlanır. Yetkiler, idareciliğin gereklerinden olup bir idareci yetki olmaksızın gerçekte idareci değildir. Ama İslami düzende bir idarecinin kendi yetkisi sınırındaki kararlarına uymayı meşru bir emir unvanında dikkate almalıyız, ne var ki bu meşruluğa, idarecilerin kötüye kullanmalarına ve eli altındakilerin emri bil maruf ve nehyi anil münker farzını ortadan kaldırmalarına sebep olacak şekilde genişlik bahşedilmemesi gerekir.
1. İndeks: Velayeti mutlaka, Soru 1887 (Site: 2212).
2. İndeks: Velayeti fakih idareciliğinin boyutları, Soru 2121 (Site: 2262).
3. İndeks: Velayet-i mutlakay-i fakihin yetki sınırları, Soru 3105 (Site: 3370).
[1] Kuleyni, Muhammed b. Yakup, “Kâfi”, Tahran h. ş, 1365, Daru’l kütübü’l İslamiye, c. 8, s. 353 ve 354.
[2] Temimi Âmedi, Abdülvahit, “Ğureru’l hikem ve dureru’l kelim”, Kum h. ş 1366, İntişarati Defteri Tebliğati İslami, s. 464, hadis no: 10672.
[3] “Nehcü’l Belağa”, Kum, Bita, İntişarati Daru’l hiçre, s. 428.
[4] Bakara Suresi, 83; Nisa Suresi, 36.
[5] Bu konuda “Biharu’l Envar” kitabının 21. Cildinin 139 ve sonraki sayfalarında yer alan 27. bölümdeki rivayetlere müracaat ediniz.
[6] Nehcü’l Belağa’nın 61. Mektubu esasınca İmam Ali (a.s) tarafından “Hit” şehri valiliğine atanmıştır.
[7] Nehcü’l Belağa’nın 5. Mektubu, s. 366.
[8] Meclisi, Muhammed Bakır, “Biharu’l Envar”, Beyrut 1404 h. k, Müessesetü’l vefa, c. 32, s. 501.
[9] “Sahifeyi İmam”, c. 17, s. 15.
[10] “Sahifeyi İmam”, c. 12, s. 45.
[11] “Sahifeyi İmam” c. 8, s. 5.
[12] “Sahifeyi İmam”, c. 13, s. 382-383.
[13] “Sahifeyi İmam”, c. 16, s. 444 ve 445.
[14] “Sahifeyi İmam”, c. 11, s. 494.
[15] “Sahifeyi İmam”, c. 13, s. 249.