Please Wait
13659
Hazreti Ali'nin (a.s.) kelamında söz konusu olan basiret gözü ile Allah-ı müşahede etme meselsi kelam ilmince Allah-ı görme meselesiyle ilgili bir konudur. Bu konuyla ilgili hak ve doğru olan görüşe göre kalbi rüyet ve tecelliden farklı olan gözsel rüyet hak Teâlâ hakkında imkânsızdır. Ama Allah ile buluşmak anlamında olan “likaullah” ile aynı anlamı taşıyan kalbi rüyetin (basiret gözü) tahakkuku ise, mümkün ve olanaklı bir durumdur. Bu durum Allahın kâmil evliyalarının makamıdır. Bu rüyetten (görmekten) maksat Allahın zatının, isim ve sıfatlarında tecelli etmesidir. Onun künhü ve zatı hakkında rüyet tahakkuk ediyor anlamında değildir, zira bu rüyet imkasız dolayısıyla tahakkuk etmiyor.
Bu rüyet hak Teâlâ ile alakalı şuhutsal anlamında olan marifet şeklidir. Rivayetlerde bu rüyet türüne “kalpsal rüyet” denilmiştir. Allah u Teâlâ'ya yönelik olan şuhutsal marifet, hak Teâlâ'nın tecellilerini müşahede etmek anlamındadır. İrfandaki konulara göre bu şuhudun farklı mertebe ve dereceleri vardır. Sülükün (irfandaki manevi yolculuğun) son merhalesi olan fenau fi-llah (Allah'ta fani olmak) ve bekau bil-llah (Allah ile baki kalmak) Allahın zatının tecellisiyle son buluyor.
Burada ortaya atılan soru şudur: Allah-ı müşahede veya Allah-ı kalp ile rüyet etme meselesi ile “la ilahe illallah” kelimesinin içeriği ve tevhit meselesi arasında ne gibi bir irtibat söz konusudur?
Bu sorunun cevabı şudur: tevhitteki ihlâsın derecesi Allah’tan başka, ibadet edilecek hiçbir mabud yoktur şeklinde vermiş olduğu şahadet, taklitte ve lafızda kalacak durumda değil, bilakis reel bilgi ve marifete dayalı olmalıdır. Her fertteki ameli tevhidin derecesi, ferdin "la ilahe" cümlesiyle Allah dışındaki ilahı ne miktarda reddetmiş ve "illallah" cümlesiyle ne miktarda tevhit anlayışını kendinde tahakkuk ettirmişliğine bağlıdır. Başka bir tabirle tevhit mertebelerinde böyleli bir ihlâs gerçekleştiği takdirde ancak ilahi tecelliler salikin (allaha doğru manevi yolculuğa koyulmuş kimsenin) kalbine nüzul ediyor.
İmam Ali'nin (a.s.) kelamında basiret gözüyle Allah-ı müşahede etme meselesi ortaya atılmıştır. Bu konu kelam ilminde Allah-ı rüyet etme konusuyla alakalıdır. "rüyet" konusu İslam tarihinin başından beri mütekellimler arasında söz konusu olmuş ve konuyla alakalı farklı görüşler ortaya konulmuştur.[1]
Kuranı kerimin birçok yerinde "likaullah" sözcükleri, Allah'ın yüzüne bakmak gibi şeyler zikir edilmiştir. Rivayi kitapların (peygamberin hadislerini ihtiva eden) birçoğunda da konuyla ilgili müstakil unvanlar (bab) atılmış ve "rüyeti" ispatlamak veya reddetmek için birçok rivayetler zikir edilmiştir. Bu nedenle konuyla ilgili İslam fırkaları arasında farklı görüşler ortaya atılmış. Ama doğru ve hak olan görüşe göre kalpsel tecelli şeklinde olan rüyetten farklı olan gözsel rüyet imkânsızdır. Ama kalpsel rüyet veya "likaullah = Allah ile buluşma" ise mümkündür ve bu gerçekleşiyor. İlahi ve kâmil evliyaların makamıdır bu. Bu rüyetten maksat hak Teâlâ'nın kendisinin, zati sıfatlarında ve isimlerinde tecelli bulması anlamındadır. Onun zatı görüliyor anlamında değildir.
Bu rüyet asıl itibariyle hak Teâlâ’yla alakalı şuhutsal marifet şeklidir. Bu marifet rivayetlerde "kalpsel rüyet" şeklinde tabir edilmiştir. Emiru'l-müminin Hz. Ali'den (a.s.) şöyle nakil edilmiştir: "ben görmediğim bir Rabbe ibadet etmiyorum, sen Onu nasıl görüyorsun? Diye sordular. Yazıklar olsun size O gözlerin müşahedesine girmez Onu gözler görmez, Onu kalpler imanın hakikatleriyle görüyorlar dedi".[2]
Hak Teâlâ’nın tecellilerini müşahede etmek anlamında olan Allah ile alakalı kalpsel marifet, irfansal konularda farklı mertebelere sahiptir. Sülükün (allaha doğru manevi yolculuğun) son merhalesi olan fena ve baka makamı Allah u Teâlâ’nın zatının tecellisiyle son buluyor.
İlahi tecellilerinin mertebeleri hakkında yapılan taksimlerin en yaygını şunlardır: zatının (zatsal) tecellisi, sıfatlarının (sıfatsal) tecellileri ve fiillerinin (fiilsel) tecellileri. En üst mertebede yer alan zati (zatsal) tecellinin kendisi de ulûhiyet ve rububiyetinin tecellileri olmak üzere iki türdür.[3]
Ariflerin dediklerine göre "Turi sina" dağında hz. Musa (a.s.) için gerçekleşen tecelli ulûhiyet türünden olan tecelli değil, bilakis Rububiyet türünden olan tecelli idi. Zira ulûhiyet türünden olan tecellinin gerçekleşmesi için kulun benliği tamamen yok olunması şarttır. Kulun benliği tamamen yok olmadığı sürece ulûhiyet türünden olan tecellinin tahakkuk bulması imkânsızdır.
Yapılan bu açıklamalara dikkatle hak Teâlâ'nın rüyeti hakkında şöyle denilmelidir: Hak Teâlâ hakkında gözsel rüyetin tahakkuk bulması imkânsızdır ama fiilsel, sıfatsal ve zatsal tecellilerde hak Teâlâ'yı müşahede etmek anlamında olan kalbi rüyet düşünülebiliniyor. Elbette ulûhiyet makamında zatı müşahede edilmesi kulun benliği fani ve yok olmasıyla ancak olanaklıdır açıklamasına da dikkat edilmelidir.
Dolayısıyla kalbi şuhut farklı mertebelere sahiptir. Bu mertebeler irfani suluk ve makamlara yakışır bir şekilde zuhur buluyor. Ama Allahın zatının ulûhiyet sıfatının tecellisi ancak salikin (Allaha doğru manevi yolculuğa koyulmuş kimsenin) benliği ortadan kalkmasıyla ancak tahakkuk buluyor. Diğer zülmani hicaplar aradan kalksa bile (benlik aradan yok olmadan bu türden olan tecellinin tahakkuk bulması imkânsızdır). Buna binaen "len terani = beni katiyen göremezsin"[4] şeklinde olan ilahi hitap mutlak kalbi rüyeti reddetmiyor. Ama arifler İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a.) hakkında şöyle buyurmuşlardır: O keşfi tama sahibidir. Allahın zatıyla alakalı ulûhiyet türünden olan tecelli Onun için tahakkuk bulmuştur.
Bu gerçeği dile getirenlerden birisi ibni Arabidir ki, şöyle buyurmuştur: zatın tecellisi iki türdür: ulûhiyet ve Rububiyet tecellileri. Rububi tecelli Musa ve turi sina dağı için tahakkuk bulmuş olan tecellidir. Zira bu tecellide her ne kadar hz Musa bayıldı ve dağ çözüldü ve dağıldı ise de ama varlıklarının aslı aradan yok olmadı, belki kendi yerlerinde baki kalmış idi. Ama ulûhiyet türünden olan tecelli ise İslam peygamberi Hz. Muhammed'e hastır ki İslam peygamberinin vücudu bu tecelli vesilesiyle ulûhiyetin zatında fani oldu. Bu fanilik durumu öyleli bir dereceye vardı ki, Allah tarafından kendisine vahiy edildi ve şöyle denildi: "(görünüşte) sana bayat edenler aslında Allaha bayat etmişleridir".[5]
Burada sorulan soru şudur: Allah-ı müşahede etmek veya kalbi rüyet meselesi ile "lailahe illallah" kelimesinin içeriği yani tevhit anlayışı arasında ne gibi bir irtibat söz konusudur?
Yukarıda yapılan açıklamalar ile bu sorunun cevabı açıklanmış oldu. Oda şudur: insan tüm tecelliler mertebelerinde yani fiilsel, sıfatsal ve zatsal tecellilerinde hakiki olmayan varlıkları kendinden uzaklaştırıp fiilsel, sıfatsal ve zatsal tevhitte pratik kamala ulaştığı oranda tecelliler onun için tahakkuk ediyor. Salik (Allah'a doğru manevi yolculuğa koyulmuş kimse), salikte varlıkların eseri kaldığı oranda da tecellilerden mahrum kalacaktır.
Buna binaen insan, Allahtan başka hiçbir mabut yoktur noktasında sahip olduğu tevhit ve getirmiş olduğu şahadet anlayışı gerçeğe dayalı marifet ve bilgiden kaynaklanmalı ve pratiktikte de ihlâs üzere olmalıdır. Sadece taklide dayalı ve ağızdan çıkan lafızlardan ibaret olmamalıdır. Pratikteki tevhidin derecesi insanlara göre değişiyor. Bu farklılık "lailehe" kelimesiyle Allahın dışında kalan varlıkların müessir olduklarını reddetmesine ve "illallah" kelimesindeki anlamının da onun vücudunda bıraktığı etkinin derecesine bağlıdır. Başka bir tabirle böyleli bir ihlâs ne zaman tevhidin mertebelerinde tahakkuk bulursa, ilahi tecellilerde o oranda salikin (Allaha doğru manevi yolculuğa koyulmuş kimsenin) kalbine girerler.
Tevhidin en üstün derecesi vücutsal tevhittir. Zira bu mertebedeki tevhitte (eserleri bırakın bir kenara) Allah dışında bütün varlıkların gerçek varlığı bile nefiy ediliyor ve vahdeti vücut anlayışı hâkim oluyor. (Yani Allah dışında kalan varlıkların varlığı gölgeler ve tecelliler derecesine indirgeniliyor). Bu anlayışın (vahdet-i vücut) kendisi, kulun benliği fani olduğu mertebeden sonra en yüksel mertebeyle örtüşüyor. Daha önce zatla alakalı ulûhiyet türünden olan tecelli konusunda bu durumun niteliği açıklanmıştı.
Bu nedenledir ki; hak Teâlâ’yı kalp ile müşahede etmek (kalpsel şuhut) insan türünün tekâmül mesirinde en nihai hedeftir. Bu nihai hedef fikirsel ve delil yoluyla yalnız hâsıl olmuyor. Ama insanın vücutsal hareketi ve onun dönüşü (mead) sırasında bu son ve nihai hedefe teveccüh eder ve onu fark edecektir. Kuranı kerim şöyle buyuruyor: "Ey insan! Şüphesiz, sen Rabbine (kavuşuncaya kadar) didinip duracak ve sonunda didinmenin karşılığına kavuşacaksın".[6]
[1] "Dairtu'l-mearıf-i teşayu" neşr-i şehit hucetti, Tahran, 1379, c. 8, s. 404, 408-409.
[2] "Kafi" Tahran: daru'l-kutubu'l-imaniye, 1365, c. 1, s. 97. "ma küntü rabben lem erehu, kale keyfe re’eytehu, kale veyleke la tudrikuhu’l-uyun fi müşahedeti’l-ebsar, velakin, re’ethu el-kulub-u bi hekaiki'l-iman".
[3] "dairetu'l-muarfi buzurg-i İslami" c. 14. S. 589-590, merkezi neşri dairet’ul mearif-i buzurg.
[4] Araf, 143.
[5] İbni Arabi, "resaili ibni Arabi;risaletu'l-gavsiye" s. 29, mukadime ve tashih: Mayil Herevi, intişarat-i Mevla, tahran, 1367.
[6] İnşikak, 6.